Aşk ve Sanat

Pablo Neruda ve F. Garcia Lorca, Madrid’de zengin bir Arjantinlinin yemek davetine katılıyorlar. Orada bir kadın şairle de tanışıyorlar. Yemekten sonra üç şair dolaşmaya çıkıyorlar. Bahçedeki kuleye tırmanıyorlar ve Neruda kadını kucaklayıp öpmeye başlıyor, ardından elbisesini çıkartmaya girişiyor. Neruda, Lorca’dan, öyle şaşkın şaşkın bakacağına, kapıda gözcülük yapmasını istiyor. Gelgelelim Lorca bu işi biraz fazla heyecanla üstleniyor ve merdivenlerden yuvarlanarak ayağını incitiyor. Daha yirmili yaşlardayken “20 Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı” ile adını duyuran Pablo Neruda, tensel ilişkilerin ötesinde, aşkı da bütün dirimselliğiyle yaşayabilmiş sanatçılardan biri. Peki Lorca? Dostunun ataklığı karşısında sergilediği tavır bile onun “sorunlu” sanatçılar arasında yer aldığını gösteriyor. Öteki figüre gelince, “kadının adı” yine yok, Neruda “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adlı otobiyografisinde bu sarışın, yeşil gözlü şairin kimliğini vermiyor.
“Sanatçı kimliği”nin kendisine yakıştırdığı nitelikler arasında, “muhaliflik” “yalnızlık” “aykırılık” gibi olguları sıralamıştım. Pek çok kez görüldü ki, sanatçı pekâlâ bu niteliklerinden vazgeçebilmektedir. Zaten o konularda kopardığı yaygara, aslında daha fazla “ünsiyyet” (beraberlik) talebinden başka bir şey değil. Gerçekte insanın doğasında yalnızlık eğiliminden çok “ünsiyyet” eğilimi daha güçlü ve ruh sağlığı açısından da zorunlu görülüyor. Sanatçı kimliğinin asıl ayrılmaz öğesi, aynı eğilimin özel bir boyutu olan aşktır. Aşk, hem varlığıyla, hem Freud’un “yüceltme” (sublimasyon, ikame) teorisini hatırlarsak yokluğuyla, sanatçının esin kaynağı, itici gücüdür. Peki, aşk tam olarak nedir? İkincisi, aşkta varlığı zorunlu olan karşı taraf her zaman hazır ve nazır mıdır? Bu soruların tam karşılığını konuya kafa yoran düşünürler, psikiyatristler gibi sanatçılar da bulabilmiş değil. Gelgelelim, “normal” insanlar karşılarına çıkarsa aşkı yaşarlarken, çıkmazsa dert etmeyip “mantıksal” ilişkilerle yetinirken ve hatta bu tür ilişkileri tercih ederken, sanatçıya illa ve mutlaka aşk gerektir! “Aşka uygun” birileri sokakları doldurmadığına göre, uygun olmayan birilerinden aşk nesnesi yaratmak gibi potansiyel bir tehlike de başlıyor demektir. Sanatı ve sanatçıyı anlayamayanı, başka şeylere değer vereni, bir sanatçıya yetişememekten korkanı, komplekslisi, takıntılısı… İşte aşksız yaşayamayan sanatçıların başına en sık gelen kaza! O yüzden, örneğin aşk şiiri diye okuduklarımızın belki yarıdan fazlası gerçekte hicran şiiri.

Var mı yok mu?
Edip Cansever’in çok sevdiğim bir şiiri var: “Dostlar”. “Adam Sanat” dergisinin Ağustos sayısında salt bu şiiri konu alan bir yazım da çıktı. O boğucu 1971 yılının yazıyla güzüne odaklanan, anı, günlük, hikâye öğeleri, hatta görsel öğeler içeren şiirde Cansever bir yerden sonra “İzmirli Sevgili”ye sesleniyor: ona, İzmir’in eski rıhtımında, “Tenha bir meyhanede” oturup Aragon’un bir dizesi ve şiir üzerine konuşmalarını hatırlattıktan sonra şöyle sürdürüyor: “Biz hayatı şiirden / Şiiri hayattan özümlemedik mi? / Ölüm de girse araya / Sahici aşklar kurmadık mı seninle / Tertemiz dosdoğru aşklar”. Daha ilerde aldığı çağrıdan söz ediyor; “Gelsene diyordu İzmir’deki sevgilim / Son mektubunda”. Sevgili, Kemeraltı kahvelerini anlatıyor, ince belli çay bardaklarını, 1971 olayları karşısında umutlu olmaya çağırıyor, “havalar da soğudu, kendine iyi bak” diye öğütte bulunuyor. Derken, sonlara doğru, şu beklenmedik dörtlük geliveriyor: “Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı / Yok böyle bir sevgilim benim / Ama dayanıklı, ama gözü pek, ama umutla dolu / Olunca böyle bir sevgilim olsun isterdim” Bu döngüsellik bize aşkın o varla yok arası konumunu hatırlatmıyor mu?
Bir kız arkadaşım, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın büyük halalarından biriyle evlenmeyi çok istediğini anlatır durur, hatta “Huzur”un Nuran’ını bu halaya yakıştırırdı. Ama bu hâlâ kimdi, adı neydi, tam bilemezdi. Tanpınar’ın ilgisi, ancak o öldükten ve ünlendikten sonra hatırlanmış, aile için bir övünç kaynağına dönüşmüştü. İşte sanatçı aşkının “akibet”ine örnek; bir de Tanpınar’ın yaşarken çektiklerini düşünün. Nuran, Mümtaz’a doğru biraz yalpalar ama sonunda tüccar kocaya geri döner, çocuğunu öne sürerek “rahat”ı seçer. Kim bilir kaç sanatçının ağırlığı, eserleriyle, iç zenginliğiyle değil, başka şeylerle tartıya vuruldu. Aksi de görülmedi değil; işte Piraye Hanım, Nâzım Hikmet’i büyük mahpusluğunda aşkla bekledi ve son demde yerini başkasına bırakmak zorunda kaldı. Sanatçı bu, o çelişkili kişiliğiyle, aşk bozgunu yaşarken de, fazlasıyla bulurken de öznelliğinin sınırları içinde savruluyor.
Çoğu kez olağan bir süreç içinde gelişmeyen, önceden tasarlanmış ve zorunlu görülmüş bir aşk kavramından oluşturulmuş çarmıha gerilen sanatçı aşkı, bir kısır döngü de yaratır; varoluşsal bir acıya narkotik etki yapması umulurken, tam tersine o acıyı derinleştirir. Zaten genel olarak aşkı aşk yapan, hedefteki vuslattan çok, yol boyudur, hasrettir. Hani der ya Fuzulî: “Ah ü feryâdın, Fuzulî, incidiptir âlemi / Ger belâ-yı aşk ile hoşnud isen gavgaa nedir?” (Madem ki aşk belasından hoşnutsun Fuzulî, bu tantana nedir?) Aziz Nesin, yaşı ilerledikçe daha sık ve yoğun biçimde aşka sarıldığını söylemişti; bir şeyin elden gider olunca değerinin arttığını vurgulayarak. Yaşını başını almış erkek yazarların genç kızlara yönelik ilgisinde (tersi, olgun kadın delikanlı aşkı daha seyrek rastlanan bir tema) performans korkusundan kaynaklanan bir patoloji bulunduğu ileri sürülür. Vladimir Nabokov’un “Lolita”sında, Yasunari Kavabata’nın “Uykuda Sevilen Kızlar”ında bu tür bir patolojinin bakış açısından yayıldığı hissedilir. Ancak bir yerde haksızlık etmemek gerek; aşk bazen ölçüleri belli ama çoğu kez soyut bir “temiz sevgi”yi ön gerektiriyor. Bu saflık, puriten bir saflık değil, özellikle kapitalist toplumda iş alanına atılan kadınların -hayır, ekonomik özgürlük kazanarak değil, sistemin bireyci değerlerine sarılarak, paranın kirine bulaşarak- yitirdiği saflık. (Örneğimiz erkek sanatçı olduğundan kadınları andık, erkeklerin aynı kirlenmeye daha beter bulaştığı kuşkusuz). Yaşayan bilir; ne yazık ki aşk “teen” kuşağında ya da 35 yaş sonrasının burnu sürtülmüşlerinde daha uygun iklim bulabiliyor.

Vuslatla biten
Aşkın yapışık paraziti kıskançlık, sanatçı aşkında özel biçimlere bürünüyor. “Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım” diye yazıyor Nâzım Hikmet “Otobiyografi” şiirinde, eh haydi bu anlaşılır bir şey (gönlüm de bu noktada onu kayırıyor), aynı Nâzım Hikmet’in, eşlerinden birinin başka bir romancının romanını çok beğenmesini kıskanarak oturup “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”i yazmasına ne demeli? Sanatçı, bu duyguyu öylesine yoğun ve öylesine tekelci biçimde yaşıyor ki, sanat eserlerinde de en sık ve en başarılı biçimde işlenen temaların başında geliyor. Alberto Moravia’dan Alain Robbe-Grillet’ye, sayısız yazar bu konuda romanlar yayınladılar.
Tabii bütün bunlar, “yol boyu” hikâyeleri; menzilde işler daha karışık. Aşka büyülü anlamlar yüklemiş ama vuslat menzilinin tadını hiçbir zaman tam çıkaramamış bir sanatçı, Cesare Pavese bile “Yaşama Uğraşı” adlı günlüğünün bir yerinde şöyle yazıyor: “Kaderin amansız oluşu değildir sorun; çünkü insan bir şeyi inatla isterse, onu elde eder. Korkunç olan, istediğimiz şeyi elde ettikten sonra ondan bıkmamızdır.” Burada aşka ya da cinselliğe ilişkin bir dokundurma yok, genel olarak her şeyi kast ettiği söylenebilir. Ama bir süre sonra günlüğe şunları da düşüyor: “Evli bir adamın bile cinsel hayatına bir çözüm bulamamış olması sevindirici, avutucu bir düşünce. Evlenen adam bu zevki artık namusuyla ve huzur içinde tadacağını umar, oysa çok geçmeden karısından bıkar, onu gördüğü zaman bir orospuyu görüyormuşçasına boğuntuya kapılır. Sonra da, nasıl olsa onunla geçinemeyeceğini anlar”. Oysa, daha bir kaç yıl önce günlüğüne şunları da yazmıştı: “Bizim istediğimiz bir kadına sahip olmak değil, o kadına sahip olan tek erkek olmaktır.” “Normal” insan, vuslatla aşkı yitirince hayat arkadaşıyla bir çeşit işbirliği oluşturarak, beraberliğe başka bir anlam verebilir. Aşka ihtiyacını mutlaklaştırmış sanatçı ne yapacak? Neruda, büyük aşkı, eşi Matilde ile aşklarının zaman zaman yeniden alevlendiğini yazıyor.
Aragon ile Elsa’nın “moruk” halleriyle el ele bir fotoğraflarını da hatırlıyorum, hatta bozuştuğum bir sevgiliye postalamıştım. Çoğu sanatçı ise, işte Nâzım Hikmet’in yaptığı gibi, kül karıştırmaktansa başka ateşlere koşmayı seçiyor. Sanki her şey, hayatın saçmalığıyla baş etmek bakımından şanslı kişiler arasında fetihçi, oyuncu ve sanatçı ile birlikte Don Juan’ı da anan Albert Camus’yü doğrular gibi.
Simone de Beauvoir, ünlü “Kadın” üçlemesinde “seven kadın”ın erkeklerden farklı, kimi özgül yanlarına dikkati çekiyor ama aşkı sadece üreme içgüdüsünün gereği olarak değil, aynı zamanda esin kaynağı olarak görmek bakımından kadın sanatçıların karşı cinsten belirgin bir farkı yok. Fark, ifade biçiminde ortaya çıkıyor; kadın sanatçı coşkusunu gemlemek zorunda kalıyor. Belki o yüzden onlardan daha az şair ama daha çok hikâyeci ve romancı çıkıyor. Örnekleri hep edebiyattan verdim, öteki sanatlar açısından da benzer dağılımlar, tercihler var. Aslında sanatçı aşkı ya da genel olarak aşk üzerinde konuşurken, ortaçağ sonrasında, şehir hayatının kurumlaşmasıyla belirmeye başlamış, sanat eserleriyle pekişmiş bir olguya sabit anlamlar yüklediğimiz söylenebilir. Oysa, her kavram gibi aşkın da tarihi ya da toplumsal bir sabitliği yok. Zola’nın “Germinal”inde, Gorki’nin eserlerinde proletaryanın yaşadığı aşkların, bu ortalama aşkla benzer yanları kadar, farklı yanları da var. Sözgelimi mülkiyet düzenini pekiştirmeye yönelik olan ve burjuva dünyasının ortalama aşk anlayışını oldukça belirlemiş olan (sakatlamış da diyebiliriz) puriten ahlak anlayışı, bu mülksüzler arasında pek geçerli değil. Yarının dünyasında geçerli aşk ilişkileri de bugünden kestirilemez. Ama şimdilik öyle ya da böyle, “Giderek solan A’sı kadar yaşanıyor aşk / Ş’ye geçse alkol gibi olurdu zaten

2 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir